10 Mayıs 2008 Cumartesi

ILICA'DA YAKLAŞAN TEHLİKE

Değerli okuyucularımız haberılıca olarak yine birey ve toplum hayatı için çok önemli bir konuyu gündeme getirmek; Ilıca kamuoyunun dikkatini Ilıca’nın eğitim gündemine çekmek istiyoruz.
Keşke böyle bir yazıyı daha farklı yazabilseydik. Keşke eğitim alanında Ilıca okullarının başarılarını buradan sizlere duyuruyor olsaydık. Ancak ne yazık ki araştırmalarımız, bizlere ulaşan duyumlar ve göz önündeki gerçekler Ilıca’daki okulların içler acısı denilebilecek hali ve yetişen gençliğin vurdumduymaz, sorumsuz ve duyarsız hali, bir Ilıca’lı olarak beni böyle bir yazıyı kaleme almaya Ilıca kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmaya sevk etti. Durun; hemen “ne varmış Ilıca’nın halinde” demeyin.
Önce, sabırla ve dikkatlice yazıyı okuyun, sonra bana ne derseniz deyin. Ha, unutmadan söyleyivereyim: Zülfü yâre dokunursam kusura bakmayın. Ama gerçekleri yazmak durumundayım. Gerçeklerde çoğu zaman acıdır!
Kasabamız sağlık turizmi ve ekonomi yönünden bir cazibe merkezi. Her yıl birçok yöreden değişik binlerce insanın akın ettiği uğrak yeri. Şu kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek ki bu tür cazibe merkezleri kültürlü, donanımlı nesillerin elinde daha mükemmel olur hem ziyaretçiler daha memnun kalır hem de daha bilinçli yatırımlarla ve harcamalarla ekonomik anlamda gelir çok daha fazla olur. Ama ne yazık ki yetişmekte ve işleri devralmakta olan nesli ele aldığımız zaman iyi yetişmemiş ve maalesef böyle bir gelişime ve olgunlaşmaya kendini kapamış bir gençlik çıkıyor karşımıza. Okumuş, kendini yetiştirmiş ve devletin kademelerinde bir yerlere gelmiş veya birey olarak kendini topluma, bilgisi ve kültürüyle kabul ettirmiş, entelektüel ve aydın insanların sayısı yok denecek kadar az. Hadi diyelim ki, şimdiki yetişkin kuşak, zamanında hayvancılıkla, çiftle, çubukla uğraştığı ve dünyadan haberi olmadığı için okumadı.
Öyle değil de, velev ki öyle olsun!
Ya şimdikiler. Şimdiki çocuklar ve şimdiki gençlik…
Yani, içi boş bir gelecek yetişiyor. Çok değil bundan 10-15 yıl sonra, ( böyle giderse) geleceğimizi, internet köşelerinde duman altı olmuş ve bütün hayattan soyutlanmış, etten ve kemikten yapılmış robotlar belirleyecek ve bizim de elimizden hiçbir şey gelmeyecek. Çünkü o zaman, artık çok geç olacak.
Ha, şunu önceden tespit edelim: Okumak, bir meslek edinmek “devlet kapısı”nda iş bulmak için mi olmalı, yoksa okumuş, kültürlü, bilinçli, sorgulayıcı, katılımcı bireyler ve dolayısı ile eğitim seviyesi yüksek bir toplum oluşturmak için mi olmalı? Bence ikinci şık tabi ki. İkinci şık olunca, birinci şık zaten kendiliğinden gerçekleşecektir. Ayrıca bu, potansiyel doğal olarak, kaplıca sezonlarında müşterilerle münasebetler konusunda büyük avantajlar sağlayacaktır.
Onun için, "keşke" dememek için, şimdiden bunun çaresine bakmalıyız. Çaresi de, sanırım toplumun en kutsal ve en küçük yapı taşları olan aileden başlıyor. Çocuklarımızı, birer robot gibi değil de, birer insan gibi yetiştirmeliyiz. Onları, kötü alışkanlıklardan uzak tutmalı, şefkat hamuru ile yoğurmalı; iyi bir aile terbiyesi ve disipliniyle suyunu sert vermeliyiz.
Biz, çocuklarımızı ilk dillenemeye başladığında “oğlum hadi abine bir söv hele; len sövde, bak emminde duysun oğlum” diyerek yetiştirmeye başlıyoruz. Ne kadar ilkel, çağdışı ve vahşi bir durum değil mi. Sövmeyle başlayan çocuk, karşımıza eşkıya olup çıkıyor. Yani kendi frankeştayn’ımızı elimizle büyütüyoruz aslında.
Şimdi gelin, yanlışları ortaya koyarak; aynı zamanda bunlara çözüm yolları geliştirmeye çalışalım birkaç başlık altında.
Okul, öğretmen, öğrenci ve veli ilişkileri nasıl işliyor?
Eğitim öğretim sadece okul binaları yaptırmakla, orda burada nutuk atmakla, hamaset öyküleriyle olmuyor. Bilakis, ondan sonra başlıyor. Çocuğun üstünü başını giydir; cebine de harçlığını koy, karşıda da okul binası görünüyor.
Hadi çocuğum okula…
“Saldım çayıra. Mevla’m kayıra…”
“Bu çocuk okula gidiyor mu” diyen yok!
“Çocuğun dersleri nasıl, öğretmenle ilişkileri ne durumda” diyen hiç yok!
Adama diyorlar; Ahmet Ağa, Mehmet Ağa her neyse “ seni okuldan falanca hoca istiyor.” Yok, kardeşim yok. İşi gücü bırakıp; çifti çubuğu bırakıp; dedikoduyu bırakıp; “pis yedili” oynamayı bırakıp, okula gitme zahmetinde bulunmuyor muhterem.
“Veli toplantısı var, bari bir saatliğine okula bir uğrayıversen”?
“Oo, tamda okeye dönüyorduk yahu, bu veli toplantısı da neyin nesi”!!
Çocuk okula gider, cebinde telefon!
Ayağına ayakkabı giymesini bilmez, spor ayakkabısının üstüne kumaş pantolonu çekmiş haberi yok, ama cebinde en son model telefon!
Kimse demez “ya evladım sen okula gitmiyor musun; senin okulda telefonla ne işin olur” diye. Yoo telefonsuz olmaz hemşerim, olmaz!
Sanki iş adamı arkadaş!!
Telefonu taşımasa ihaleleri başkası kapacak!
Görgüsüz adam telefonu derste bile kapamaz. Hoca, tam başlamış anlatmaya, çocuklar derse konsantre olmuş “ağrı dağın eteğinde…”
Öğretmen kızar, öfkelenir.
“Çık dışarı terbiyesiz”
Vay sen misin delikanlıya kızan madara eden!
Utanmaz adam, birde kafa tutar hocaya.
Tabi tutar, ona göre öğretmende kim oluyor; ne gerek var öğretmene; Ilıca her şey be, Ilıca her şeye yeterde artar bile. Üstelik çocukların babaları almıyor ki öğretmeni kaale. Adam falanca mahallenin muhtarı ya, bilmem kaçıncı sıradan muhtar azası veya belediye encümeni ya…
Sen baba olarak, büyük olarak, çarşıda, pazarda olup olmadık yerde, hocayla kafa bulursan, “lan hoca…” diye hitap edersen çocukta böyle yapar efendi.
Onun için, büyükler toplum içinde; hele hele çocukların çoklukla bulundukları ortamlarda, öğretmelere karşı hareketlerine ve kullandıkları kelimelere dikkat etmeleri gerekir. Bizler, veliler ve büyükler olarak, öğretmenlere hak ettikleri değeri verirsek onlara saygı duyarsak, çocuklarımızda bunu yapmak zorunda kalacaklardır. Bunun sonucu olarak öğretmenlerde çocuklarla daha sağlıklı diyaloglar kuracaktır. Öğretmenliğin kutsiyetini, hiç kimse mevkisiyle makamıyla kıyaslayıp, onları küçümsememelidir.
Yüce dinimiz İslam’ın ilk emrinin (ikrâ) “oku” olduğunu hepimiz biliyoruz.
Ne demiş Hazreti Ali (ra): “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum”
Öyle ise şimdi çarpın bakalım 29 la 40 yılı!
Kaç yıl köle olmamız gerekiyormuş öğretmenlere…?

Okulla olan ilişkilerimizi derhal gözden geçirmeliyiz. Çocuklarımızın öğretmenleri tarafından çağrıldığımızda üşenmeyip, üstelik koşarak gitmeliyiz. Okul-aile birliğini formaliteden çıkarıp, asli görevine döndürmeliyiz
Geleceğimizi şekillendirmek bizim elimizde. Ve o geleceğin şekillendiği yerler okullardır. Çocuklarımıza okulu sevdirmeliyiz. Onları kötü arkadaşlardan, kötü alışkanlıklardan, kötü yerlerden mümkün olduğunca uzak tutmalıyız. Buna önem vermeli ve gayret etmeliyiz. Çocuklarımızı çevre köy ve kasaba çocuklarıyla entegre etmeliyiz. Sosyal faaliyetlere önem vermeliyiz. Örneğin çağımızın en popüler spor dalı olan futbolu teşvik edebiliriz. Öyle zannediyorum ki iyi futbol oynayacak gençlere sahibiz.
Paramızda var, sahamızda…
Ee, okulda olduğuna göre.
Geriye sadece helva yapmak kalıyor onu da biz yapalım bir zahmet yani…

Öğrenci- veli ilişkileri
Öğrenci- veli ilişkileri ne derece sağlıklı; ya da sağlıklımı? Öyle zannediyorum ki, eğitim öğretimde en az okul kadar da ailenin önemi vardır. Kasabamızın kaplıca merkezi olmasının ekonomik yönden avantajları olduğu kadar; ailevi ilişkiler ve veli öğrenci ilişkiler açısından dezavantajları bulunmaktadır. Yani bu durumda, ilişkiler daha fazla önem kazanıyor. Çocuklar okul çağına gelene kadar zaten “çocuk” olarak muamele gördüğü için, burasının fazla bir önemi yok diyelim. Ama belirli bir yaşa geldikten sonra kopukluk yaşanmaya başlıyor ve giderek uçuruma dönüşüyor.. İşte bu dönem, tam “zurnanın zırt dediği” dönemdir.
Yazın malum, kaplıca sezonu başlıyor. Çocuklar, özellikle ilköğretimin son sınıfları ve lise çağındaki gençlerin hemen hemen hepsi, gerek ailelerinin iş yerlerinde olsun; gerekse ücret karşılığı bir yerlerde çalışıyor, akşamın geç saatlerine dek.
Ee, akşam olunca hemen yatılır mı?
Yatılmaz.
Önce saçlar jölelenir, kirpi gibi olurlar.
Dik dik saçları görenler, önce elektrik tutmuş zanneder.
Daha bitmedi.
Bazıları da gecenin o karanlığında kafasını üstünde bir güneş gözlüğü(!!) takar. Ondan sonra başlarlar sokaklarda olta vurmaya. Akşama kadar zaten yorulan bedenler, bitkin düşünceye kadar dolaşırlar. Zaten o saatten sonra, ancak yatacak yer bulur, kendilerini atarlar. Birçoğu evine bile gitmez.
Ertesi sabah, tekrar başlar maraton.
Yani, akşam anne baba çocuğu hiç görmez. Bir sezon böylece geçeer gider. Kış gelir, okullar başlar. Bu sefer, avara kalan babalar soluğu “Memiş’in kahvesi”nde alır. Çoğu yemeğini evinde yer; sigarasını yolda yakar; çayını okey masasını başında içer.
Ee, çocuk ne yapacak.
Ne yapacak, o da babasını peşinden internet kafeye...
Bu durum, her gün tekrarlanır ve bir kış böylece biter.
Ne yazık ki bir çok baba, çocuğunun sınıfta kaldığını okullar tekrar açıldığında ancak öğrenir.
Yani internet kafelerde matematik ve Türkçe çalışmadıklarına göre…
Tamam, yazın diyelim iş icabı kısacık sezonda nafaka peşinde geçiyor.
Peki kışın?
Yoksa kışında her gün “Memiş’in kahvesi”ne gidilecek, yoklama alınacak diye anayasada bir kural mı var.
Kasaba burjuvazisi
Baktığımızda, kasabamızın hali vakti yerinde, aklı başında büyükleri, çocuklarını hep şehirde okutuyor.
Acaba bunun özel bir nedeni var mı?
Yoksa sadece, iyi bir eğitim amacıyla yapılan masum bir eylem mi?
"Para benim değil mi, istediğim yerde okuturum, sana ne?” diyenler olacaktır.
Pekâlâ, saygı duyarım. Ama bu durum, o çocukları kasabanın diğer çocuklarından soyutlamaz mı? Büyüklerimiz, çocuklarını şehirde okutmak için harcadıkları maddi ve manevi gücü kasabamızda bulunan okulların kalitesinin yükseltilmesi için harcasalar ve hem kendi çocukları şehre gitme ihyacı duymasa; hem de civar köylerin tüm çocukları bundan istifade etse, sanırım bunun karşılığını hem bu dünyada hem de öbür dünyada fazlası ile alırlar. Ve hem de, sınıf ayrılıkları ortaya çıkmaz.
Şehirde okumanın “dershane” gibi bir avantajı olabilir.
Ama bu sebebi çürütecek alternatifler geliştirilemez mi?
Mesela, kışın bir sürü bina boş duruyor. Makul kiralar karşılığında buralar kiralansa ve dershane olarak tahsis edilse, bu hem tüm öğrencilerin dershane ihtiyacını karşılayacak; hem de öğretmenlere ek gelir olacaktır. Ayrıca en önemlisi çocuklarını şehre gönderemeyecek durumda olan veliler buralara gönderecek ve böylece herkes eşit şartlarda ve zengin fakir ayrımı olmaksızın kaynaşarak okuma imkânı bulacaktır. Böylece dışarıya para da çıkmadığından kasaba ekonomisi kışında canlılık gösterecektir. Bakınız her şey bir birini tetikliyor ve tamamlıyor.
Neden kasabamızda bir kütüphane yok?
Bu iş, sanırım Sayın Belediye Başkanımıza düşüyor. Bu durumun illa ki belediyenin yetki ve sorumluluk alanına girmesi gerekmiyor. Eğitim bir gönül işidir aynı zamanda. Özellikle okul mevsiminde yani kış sezonunda belediyemizde fazlası ile personel var. Bu iş için yer de var.
Şöyle güzel bir kütüphane kurulsa…
Ama sıcak bir ortam şeklinde.
Öyle itici; devlet kütüphaneleri gibi olmamalı.
Sıcak ve çekici, salon tarzında…
İçerisinde bilgisayar, günlük gazete ve kitapların bulunduğu bir sosyal tesis.
Buraya hem büyükler gelse, hem çocuklar ve gençler.
Hem kuşaklar arasında kopukluk yaşanmaz, hem geçmiş geleceğe aktarılır. Çaylar içilir sohbetler edilir. Haber siteleri taranır tartışılır. Maçlar ve diziler izlenir.
Ama tüm bunların olabilmesi için, öncelikle aramızdaki sınıf ayrılıklarını ve şu kahrolası kasaba siyasetinin ortaya çıkardığı husumetleri bir tarafa bırakarak, komplekslerimizden kurtulmalıyız. Bakın biz insanlar, hepimiz fani değimliyiz.
Durmuş Ali Amca nerede! ?
Nerede Hıdır Emmi !?
Nerede Hacı İsmail Abi ve nerde Fatma Bibi… !!
Daha birkaç ay, veya birkaç sene önce hepside yaşıyordu, ama şimdi yoklar. Demek ki dünya kimseye kalmıyor. Hepimiz aynı havayı teneffüs ediyoruz, aynı camide yan yana; aynı kıbleye yöneliyoruz ve Atlık’tan doğan güneş hepimizi ısıtıyor.
Tüm bunları yapmak için olağanüstü bir enerji harcamaya hiç gerek yoktur. Allah’a şükür kasabamızda bu potansiyele sahip birçok insan vardır. Yukarıda yazılanlardan dolayı alınganlığa gerek yok. Hele karamsarlığa hiç gerek yok. Hiçbir şey için hiçbir zaman geç değildir.
Haydi, bu günün büyükleri
Var mısınız yarının büyükleri için bir şeyler yapmaya..
Var mısınız geleceğimiz için elimizi taşın altına koymağa…
Ha gayret…
Bi gayret…
Büyüklere saygı ve hürmetler, küçüklere sevgilerle…
Şimdilik Allah’a emanet olun.
editör

YAZARIN TÜM YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ